17 Ocak 2009 Cumartesi

"Tanrı bizi sını(sevi)yor"

Ful diye bir çiçek varmış, öyle bir oyun olduğunu duyduğumda öğrendim. Cahillik bitmiyor ki, oku oku oku yetmiyor ki...

Filipinlerin ulusal çiçeği olan Ful egzotik ve tropik bir herdem yeşil çalı imiş. Ancak soğukta yaprak dökermiş. Akdeniz ve Ege şartlarında dış mekanda yetiştirilebilmekte, diğer bölgelerimizde ise kışın içeriye alınmak suretiyle yetiştirilebilirmiş.

Haziran ayında çiçeklenmeye başlarmış. Güneş ve hafif gölge yerleri severmiş. Ful çiçeklerinden parfüm sanayisinde faydalanılırmış.

Ayrıca uzak doğuda, yasemin çayı fulden yapılırmış ve yeşil çayların aromalandırılmasında kullanılırmış. Çiçeklerinden elde edilen yağın aromaterapide yeri varmış.

Bir de ful çiçeğini koklarken burnunuzu değdirmemeniz gerekirmiş, yoksa kararırmış.

Şöyle bir güzellik:



Ben tabii bu bilgileri internetten öğrendim. Çok seviyorum; agaclar.net diye bir site var, arada bir girip bakıyorum böyle ağaçlara falan; ama ful çiçeğine bakmak aklıma gelmedi.

Acaba Fulden, Fulya gibi isimler de bu kökten mi geliyor? Ben sanki fulya ile nergis aynı şey diye düşünmüştüm, buna da bakmak lazım...

* * * * * * * * * *

"Ben Romeo'nun Jüliet'i tanıdığından daha fazla tanıyorum seni. Sen de beni Juliet'in Romeo'yu, Ophelia'nın Hamlet'i, Eva Braun'un Hitler'i, Diana'nın Charles'ı tanıdığından daha fazla tanıyorsun. En azından onlardan daha çok sohbet ettik. Daha çok vakit geçirdik birlikte.
Ve yakında sıra ölüme gelecek. Bütün aşıklar gibi. Aşkımızla ilgili yazılı bir belge olmayacak belki; ama ilgilenenler ilerde internet kayıtlarından bulabilirler bizim hikayemizi.
Ve ben, iki sevgiliye yaraşan en güzel ölümü buldum. Anlatayım mı?
Siyanür dolu bir küvete girmeliyiz önce ya da baldıran otu... Evet, bu daha iyi. Siyanür derimizden içeri girebilir ve de vaktinden önce öldürebilir bizi.
En iyisi baldıran otuyla kaynatılmış köpüklü su. Üzerinde ful yaprakları. Binlerce yaprak. Önce o suya girip yıkanmalıyız... Saatlerce... Sadece dokunmalıyız birbirimize. Ellerimizle... Saçlarımızı okşamalıyız. Omuzlarımızı, göğüslerimizi, bacaklarımızı... Sonra çıkmalıyız köpüklerin ve ful yapraklarının arasından... Gözlerimiz kapalı, kokularımız ciğerlerimizde, tenimiz, terimiz ve baldıran otlu vücutlarımız birbirine karışmış, dakikalarca sevişmeliyiz. Wagner çalmalı odada. Faust bizi izlemeli perdenin kenarından, sessizce..."

Nedense bunu dinlerken aklıma bir Ümit Yaşar Oğuzcan şiiri geldi. Ezbere bilirdim bu şiiri ben, şimdi de zorlasam hafızamdan çıkarırım yani o derece. Sonra Ayna grubu bunu şarkı da yapmıştı; çok sevmemiştim.
En güzel kısmı, ölüm mekanını tarif ettiği kısımdır:

"dağ başında bir avcı kulübesi
yerler diz boyu kar
ocakta ateş
dışarda rüzgar
hadi gel

önce sevişmeliyiz uzun uzun
yerdeki ayı postunun üzerine uzanmalıyız
bütün vücudunu santimetrekarelere ayırıp
birer birer öpmeliyim
ve sonra sımsıkı sarılmalıyım sana
böylece ölmeliyiz
aradan yıllar geçip
bizi buldukları zaman
etlerimiz çürümüş olsa da
kemiklerimiz ayrılmamalı birbirinden
hadi gel

nefes almak hüner değil
seninle ölmek istiyorum."

* * * * * * * * * *

Oyunun güzelliğinden mi, tiyatroya gitmeye ihtiyacım olduğundan mı, konunun damara damara basışından mı, yoksa Musa Uzunlar'a hayranlğımdan mı bilemiyorum; ama çok keyif aldım oyundan. Sahne falan da ilginçti; ama ben yine her zamanki gibi sözlere takılmış haldeydim. Civan Canova'yı da harcamışlar dizilerde meğer. Ayrıca o nasıl bir sestir Musa Bey? Seni sadece o gıcık diziyle tanıyanlar utansın...

* * * * * * * * * *

"ben hem rasyonal nihilist hem de dini bütün materyalistim" :))

Hiç yorum yok: