21 Aralık 2010 Salı

Nicelik - Nitelik

Muhasebesine vurunca koca seneyi; acısı az, sızısı sıkıntılıydı. Gitmeyi de öğrenmişim artık, durmayı da...
Eski sevgilinin sevgi sözcüklerini okuyunca ağlamamayı da.
Gidenlerin sözcükleriyle daha az yaralanmayı da.

Bazen kaçırıyoruz bir şeyleri kesin. Ne kadar dikkat kesilirsek kesilelim kaçırıyoruz. "Bu aslında o" demeyi beceremiyoruz.
Yahu denemeyi beceremiyoruz aslında.
Boktan bir gurur uğruna, hesap kitap işleriyle toplum uğruna "dur" diyoruz "neden olmasın"larımıza.

Zamanı hor görüyor bazısı.

20 Kasım 2010 Cumartesi

bipolar haller içinde halim, seni sevmeye hüküm giydim

Tam 21 sene...

Şu an oturduğumuz eve Şubat 1989'da taşınmıştık. Demetevler'in yüksek apartmanlı karanlık kasvetli caddelerinden, daha yeni yeni yapılanan Dikmen'e...
Hayatımın aydınlık yüzü o zamanın Tanyeli Caddesi, sonranın Çetin Emeç Bulvarı.
Ankara'nın manzarası.
Ankara'nın Dikmen'i.

İlkokul 2'deydim taşındığımızda. Daha 8 yıllık kesintisiz eğitim gelmemişti ülkeye, ilkokulumda 3,5 sene okuyup Ayrancı Ortaokulu'na geçtim. Sonra ortaokul bölümü kapandı, sonra MLO lisesi oldu, sonra "süper" kısmını ayırdılar, sonra Anadolu Lisesi oldu, en son bıraktığımda okul aynı yerdeydi; ama ismi Hoşdere'ye taşınmıştı.
Birçok şey değişti elbette.
Ben ilkokuldayken bahçedeki çınar ağacı incecikti, 1.katta falandı boyu. Biraz önce camdan bakarken gördüm, çatı hizasında artık.

Daha o zaman hayatıma giren insanlar var, bir kısmının konumu değişti (çalışma masamın yeri-şekli gibi).
Bir kısmı hep aynı yerde kaldı (yatağım gibi)
Bir kısmını ben gönderdim (eskiyen eşyalar gibi)
Bir kısmı kendi gitti (kırılan eşyalar gibi)

Çınar ağacı gibi olsun istiyorum ilişkilerim, ölümsüz değil belki; ama uzun ömürlü ve sağlam...

Özlediğimde bunca dertlenmem ondan, bazı gidişleri hak etmiyoruz, hiçbirimiz...

1 Kasım 2010 Pazartesi

He ya, he!

Aslında benim ha bire yazasım geliyor; ama hiç vaktim olmuyor.
Sonra bi' gün kendimi bipolar uçların depresifinde hissettiğimde dayanamayıp yazıyorum, hep böyle dertli, duygusal yönlerim oluyor blogta.

Oysa eğleniyorum la ben.
Okuyorum, geziyorum, dinliyorum, izliyorum.

Niye hep böyle oluyor, misal şimdi eğlenceli şeyler yazasım var; ama ütü yapmam lazım. sonra iki tane yazı yazmam lazım, makale okumayı yarına erteleyeceğim sanırım.
Depresif olunca meşguliyetin bi' önemi yok tabii; ama manik olunca önce ıvır zvır işler.

Galiba ben bunalımlarıma torpil geçiyorum.

24 Ekim 2010 Pazar

Sadaka gibi sevmeler...

Acıların içine heyecan yerleştirdim. Korkularımı derine, daha derine ittim.
Hayatı kovalamaya başladım.

İşte son haftaların yoğunluğunun özeti bu...

Büyük Britanya hazırlıkları, okuma koşuşturmaları, yolculuk, dönüşte aynı okuma koşuşturmaları ve planlar planlar planlar...

Hiçbir şeyden eksik kalmak istemiyorum, herkesle görüşmek, her yere gitmek, her şeyi okumak, her şeyi dinlemek istiyorum.
Vakit yetmiyor yine.

Yine de kendimi yalnız hissetmeye vakit ayırabiliyorum ama.
Sarıp sarmalanıp da sevilmediğimde, ilgi görüp aranıp sorulmadığımda hissediyorum. Bunlar sıradan aslında, herkes öyle hissedebilir.
Dün yeni bir şey daha keşfettim; anlattıklarım hatırlanmadığında (tabii ki her şey değil, önemli şeyler), ufak (ama bence önemli ayrıntılar) tekrar sorulduğunda da yalnız hissediyorum kendimi.
Derdim sorulmadığında mesela, "eee?" denmediğinde merakla.
Sanki oradaki varlığım önemsizmiş, ben önemsizmişim gibi...

Öyle öyle ayırdına varıyorum, benim yanımda hep olamayacakları. Öyle öyle öğreniyorum koşulsuz şartsız kimlere sırtımı dayayacağımı...
Öyle öyle öğreniyorum yalnızlığı...
İnsan sevdiklerinin yanında yalnız hissediyorsa kendisini bir sorun vardır kişilerde ya da ilişkide.

Sevgi gösterip görmekte ne var, köpek bile başını okşadığında sevgiyle karşılık veriyor.
Önemli olan bir sevgi eylemini ilk başlatan olabilmek bazen. Hep karşılık veren değil, başlatan olabilmek...
Başlattığım sevgi eylemlerinin karşılık olduğunu hissetmek yalnız hissettiriyor. Sadaka gibi sevmeleri sevmiyorum. Sevilme hissinin önüne geçiyor o huzursuzluk.
Sevmek içten gelen bir şey belki; ama onu gösterebilmek de yetenek işi sanırım.
Yeteneksiz insanlar yalnız hissettiriyor...

Ben bunları yazarken sevdiğim bir kadın, sevdiği birine şunları yazıyor:
"Sevip de söyleyemediğin şarkılar var ama bu başka şarkılar söylemene engel değil."

Sevip de söyleyemediğim şarkılar var ve ben yeni melodiler mırıldansam iyi olacak...

4 Ekim 2010 Pazartesi

öyle sarhoş olsam ki...

Yogasız, hipnozsuz, içkisiz, alkolsüz sarhoş olabilirim ben. Bırakırım zihnimi, hooop olurum. İstersem sonra tekrar bilinç hali.
Belki ondan içki masası bana keyfi hatırlatır, sohbeti hatırlatır da, içkiyi hatırlatmaz.

Bugün hayatımda ilk defa sarhoş olsam dediğim halde, olamadım.
Denedim, olmadı.
Denedim, olmadı.
Denedim, olmadı.

Zihnimden her şeyi boşalttım. İstersem çok da rahat yapabiliyorum; ama içimdeki korkuyla olmadı.
Her fikri boşalttım; ama şu hissi atamadım...

3 Ekim 2010 Pazar

Ağlarsan, düşerim!

Ne zaman yapmam gereken işler birikse ve vaktim az olsa, içimi yazılacak şeyler basar. Terliğiyle suların altında kalan bodrum kat ev sakini gibi, çamuru mu temizlesem, ağlasam mı bilemem. Ağlaya ağlaya temizlerim.

Her şeyin üst üste geldiğine inanmıyorum aslında. Her şey normal normal geliyor. Yalnız bir an geliyor ki, sen üzerine üzerine gelen hayatla başa çıkamayacağını düşünmeye başlıyorsun, işte o an "her şey üst üste geliyor" dediğin an.

Bu ara acı-tatlı yoğunluktan ne yapacağını bilemez haldeyim.
İçimde en çok iki his ağır basıyor; çaresizlik ve şefkat...
Çaresizlik elimi kolumu bağlayıp, yüzümü yere düşürüyor. Gözlerim gereksiz anlarda, korkulardan doluyor. Kendimi telkine uğraşırken yokluğumu düşünüyorum.
Uzakta bir baba, sınırlı ilişkide dayı, kardeş sınıfından askerdeki teyze oğlu ve yakın arkadaşlar.
Hayatımdaki erkeklerin listesi kabarık aslında; ama omzuna yaslanıp sığındığım adamın yüzü yok hayalimde. O şefkatin bir karşılığı yok dünyamda.
Çok insanî belki; ama zaten zayıf olduğum anlarda bu hissin beni aşağı doğru çekmesinden nefret ediyorum. Daha da güçsüzleşiyorum sanki. Sanki'si yok aslında, düpedüz tüketiyorum gücümü.
Ve oyalıyorum içimdeki zayıfı, "şimdi işim var, sonra düşersin".

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Kızlarla sohbet

Özgün'ün "İstiklal" diye bir şarkısı var, onun için ilgilendim bu albümüyle. Aypodum m-orcik'e (evet ipodumun bir adı var) yüklerken de bakmadım şarkılara, yolda yürürken çıktı bu şarkı, bugün kaçıncı kez çevirip dinliyorum bilmiyorum.

Platonik aşklarım geldi her dinlediğimde, özel birini düşünemedim bile.

Olanlarım, olur gibi olup da olmayanlarım, olduğunu fark etmediklerim, yan yanayken platonik olduklarım ve dahası...

Özgün "önemi yok" diye bağırırken, hissettim içindeki sitemi.

Hani böyle "ya bi' salla" diye gururlu gidişimiz olur ya bizim; ama aslında zırıl zırıl ağlıyordur içimiz. Dik durmak hep yanlış zamanda yaptığımız bir eylem oldu bizim. Hepimizin...

Yanlış zamanda dik tuttuk başımızı. En şefkate ihtiyacımız olduğu anlarda dik durduk, güçlü olduk; boynumuz bükülünce derdimizi anlatamadık...

Müşküllükle muhtaçlık arasındaki farkı anlatamadık kimseye.

Elsiz kolsuz değildik de elimizin bir anlamı yoktu, kolumuz sarılan olmayınca üşüyordu. Anlatamadık derdimizi sanırım hiç. Anlayan geç anladı...

Gerçi anlayananın anladığına şükrettiğimiz zamanlar oldu. Ne gerizekalı insanları soktuysak hayatımıza, bazısı kaybetmenin önemini bile anlamadı. Benim gururum en çok o zaman kırıldı...

Bazıları dönüp geriye bile bakmadı:

"O beni sormadı, sormasın"


"Uzanıp geçmişe tozlu sayfaları çevirdim
İçine aşk yazılmış sözlerin üstünü çizdim
Dokunur her sarı sayfa, o benim olmadı asla
Anlamadan yazılmış bir roman oldu sevda

O benim olmadı, olmasın
Unuturum, adımı bile anmasa
Önemi yok

O beni sormadı, sormasın
Yolumu bulmadı, kimse karışmasın
Dönüşü yok

Uzanıp geçmişe tozlu sayfaları çevirdim
İçine adı yazılmış sözlerin altını çizdim
Dokunur her sarı sayfa, o beni bilmedi asla
Anlamadan okunmuş bir roman oldu sevda"

http://fizy.com/#s/1m1iw8

12 Haziran 2010 Cumartesi

yüce umut

Cuma...
Bazı cumalar diğerlerinden farklı güzeldir. Ben bu cuma akşamı, uzun zamandır girdiğim her ortamda düşündüğüm, aklıma gelen, "keşke" dedirteni düşünmedim, aklıma gelmedi...

Geçen cuma da sarı giymiştim, o cuma da güzeldi.
Sonra mesela perşembe güzel olunca, cuma da güzel olur.

Umut etmek güzeldir.

30 Mayıs 2010 Pazar

"eksildikçe saatler ömrümden, artıyor gelecek telaşım"

Haziran çok dolu, çok hızlı bir ay olacak.

Dostum İskoçya'dan 20 günlüğüne gelecek, o gelince kızlarla toplanırız bi', sonra hep beraber de toplanırız, sonra doğum günleri var kutlanacak, 2 adet konser var, önemli bi' düğün var. Arada İstanbul'a kaçacaktım, yerine Alanya mı yapsam diyorum hafta sonunu 4 gün yapıp. Bütün bunların arasında teyzeoğlunun yemin töreni var.
Ah bir de nöbet var tabii, pek güzide bi' gün olan 26'sında.

Grange ve Brown kitaplarını yaz tatiline bıraksam, 4 adet de kitap var elimde, yarım, bitirilecek...

Bi' tane yap-boz (puzzle) var epeydir istediğim, spor var düzenli yapılacak.
İhmal edilen bebekler var, mıncıklanacak geniş yeğen çevresi :)

Neye nasıl yetişilir bilmiyorum; ama her şeye hevesleniyorum, hiç "hayır" diyemiyorum. Önce içimden geçen "hayır" demem lazım.
Tutamıyorum...

Temmuz gelse de bi' nefes alsam...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Bir ışık vardı a(r)dında...


Bir aşk nasıl biter?
Gözden düş(ür)erek...

*"söz verme sözün yetmez
gözden düşen geriye dönmez
başıboş hayaller kurma
aşk nerede ölür haberin olmaz"

Cevap veremeyip sessiz kalan, sonra bunu "muhatap almama" ya da "sessizliğimden anlasın" kalıbına sokan erkekleri sevimsiz buluyorum.

**"yüreğim buz kıtası, ellerim dal parçası
hangisi önce kırıldı, hangisi sağlam kaldı"

Yüklediğim bütün anlamları çekince yine de çekici olarak kalır mı bir erkek?

***"artık hiçbir şey istemem senden
gittiğin yerde kal sadece geri dönme
sakın geri gelme"




* Candan Erçetin - Aşkı Ne Sandın
** Badem - Bi' An İçin
*** Erdem Yener - Geç

27 Mart 2010 Cumartesi

2 Ağustos 2013 yazayım bi' kenara da dursun bari... (+ 13 Eylül 2013 güncellemesi)


Olaylar olaylar.

Mailime gelen ihtarname sayesinde öğrendim ki "lan" hakaretmiş. Üstelik kendime söylediğim lan, nasıl oluyorsa dönmüş dolaşmış başkasına yorulmuş.

Taaa 3 sene önce Çankaya'daki Hasan Tanık Camii'nin ismi neden "Hasan Tanık" diye merak edip google'da arama yapıp, bulduklarımı yazdım (ki miş'li anlatımdan da bu anlaşılıyor.); ama önce Kurumsal İletişim Direktörü yazıyı kaldırmamı rica etti (sene başıydı sanırım), "koskoca holdingin imajına benim yazım mı zarar verecek?" dedim, "hayır vermez" dedi. Kaldırmadım.
Demek ki Namık Bey aynı şeyi düşünmüyormuş.

Hiiiç iddialaşamayacağım.

İşte kaldırdım yazıyı.

Hiç ihtarname görmedim diyeniniz varsa, buyursunlar efendim, gelen mailin ekran görüntülerini aldım ve böylece öğrendim ki ihtarname dediğin şey, uzun bir şeymiş ve 4 fotoğrafa ancak sığıyormuş:

(Namık Bey'in TC kimlik numarasını ve adresleri özellikle karaladım)

Ayrıca küstüm, Nata Vega'ya falan gitmeyeceğim artık :(

Güncelleme: Ben sıkıldım, Şevki Bey sıkılmadı. Yine ihtarname göndermiş.
Bu sefer de fotoğraflar rahatsız etmiş sanırım. Kendi gönderdikleri ihtarname sonuçta, tamamen yasal belge, yayınlanmasında bi sakınca olmasa gerek değil mi? Neyse onu da kaldıralım hadi; ama hiçbir hakaret barındırmayan ve tamamen başımdan geçenden bahsettiğim bu yazıyı kaldırmamı beklemiyorlardır artık. Bunu beklemek için bi yasal madde yok malum.

(Özel bazı şirketler var internet üzerinden çalışan, onlar google aramalarında olumsuz yazıların çok geride çıkmasını sağlıyorlar. Bu da benden size ufak bi yol gösterme olsun.)


Bulduğum haberlerdeki mevzu da şöyle bir şeylerdi:
(13 Eylül 2013)

http://arsiv.gercekgundem.com/?p=180189

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/332686/Borcun_buyuk_bolumu_belediye_ile_is_yapanlardan_.html


Ben yazınca kızıyorlardı:
(13 Ağustos 2016)

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/cevre/581428/Cemaate_peskesi_parsel_parsel_acikliyorlar.html

9 Mart 2010 Salı

Sarı saçlarımdan ben suçluyum :))

Anaokulunda ilk kez kestirene kadar açık renk olan saçlarım, daha sonra gitgide kahverengi oldu. Papatya suları falan ile yıkardık yazları, saç diplerini güçlendiriyor diye, o zaman da sararırdı; ama doğallıktan yana olan ben, hiiiç uğraşmadım saçımla. Kafamda uğraşılacak başka şeyler vardı hep :)

Sonra geçen cuma birden "ben sarıya boyatayım saçlarımı" dedim. Aniden, hiç kimseyle konuşmadan yavaş yavaş açmadan, direk sarı...
Cumartesi aileye, hafta içi arkadaşlara açtım bu fikrimi, bi kısmı "yapmaaa" dedi, bi kısmı "yaaap"
Bildiğin sahte sarı yani ya da "çakma sarı".
Zaten karar vermiştim, önceden duyurdum sadece...
"Beyonce bile sarı yapabiliyorsa ben neden yapamayım" dedim, yaptım.
Bu cumartesi de gittim, boyattım. İlginç bi histi. "Dipten boyamayım, sık röfle yapayım" dedi kuaförüm, boş boş baktım. Röfle deyince aklıma suflenin gelmesi de ayrı bi obezlikti :))

Aynı insan, aynı hal, aynı durum, her şey aynı, şaç rengi dışında...
Ve çok şey değişiyor şu son günlerde, ilginç...
İlginç...

1 Mart 2010 Pazartesi

Çok bunaldım, bi' şey olsa beni rahatlatacak...

Mesela şu arkadaş:



Belki hayat güllük gülistanlık olmaz yine. Belki yeterli eq'ya sahip olmaz, belki yazamaz benim hayran olacağım kadar ve belki ruhumu okşamaz sesi; ama sen nasıl bir şeysin ya!

16 Şubat 2010 Salı

Alem görsün diye sevincimi...

* "Bir an sevinç duyarken, korkuyorum sonra hemen,
Haydut yıllar çalar götürür diye hazinemi;
Bir an, başbaşa kalmaktan öte bir şey istemezken,
Sonra diyorum ki, alem niye görmesin sevincimi?
Bazan, sana baka baka kendime çektiğim ziyafetle,
Doydum sanırken, bir bakışın açlığıyla ölüyorum sonra,
Senin bana verdiğin ya da verebileceğinden öte,
Ne bir şeyden zevk alıyorum, ne de çabalıyorum almaya.
İşte böyle, her gün hem açlıktan ölüyor, hem tıkanıyorum;
Ya oburca her şeyi yiyorum, ya da hiçbir şeye dokunmuyorum."

*William Shakespeare