16 Aralık 2013 Pazartesi

6 Aralık 2013 Cuma

anlatırsan


"Ne yapabilirsin ki?" dedi.

"Hiç" diye cevap verdim.

"Ama anlarım belki,
Anlatırsan
Bazen sadece
Birinin seni anlaması bile yeter."

5 Aralık 2013 Perşembe

seçim



Bir gün biri gelir ve sana bütün kelimeleri verir.
Seçilmişleri değil, hiç yazılmamışları verir.

26 Kasım 2013 Salı

pilav


Ara sıra cinsiyetçi olmayan küfürler ediyorum; ama hiç ah etmiyorum.
Tek sana ah etmiyorum, en çok sana inandım, en çok sen kırdın; ama yine sana kıyamadım.
Sen bana nasıl kıydınsa?
İnanmakta saflık etmişim.
Olsun.
Neyse.
Pilav çok kritik bi aşama. Neredeyse 1, 5 sene oldu, yemiyorum. Pilavı bıraktım.
Ara sıra çatalın ucuyla bi iki, o kadar.
Oysa ne çok severdim pilavını.
Gözlerim bulanıyor yine.
Kontrolüm Ocakta.
İki kontrol arası iyileştiririm kendimi dedim, olmadı.
Üzülmemem lazım. Deniyorum. Bazen oluyor. Hep olmuyor.
Doktor olmamış diyecek, geçmemiş, ilaca başlayalım.
Tamam diyeceğim. Doktorlara hiç hayır demem ben, hep tamam derim.
Kafam bozuk benim, bozulmuş.
Benimki bozuk da seninki değil, mümkün değil. Senin de başka türlü bozuk.
Bozdu bu hayat bizi.
Bi umuttu aşk.
Sinsiymiş, hasta etti hep.
Özellikle sol gözüm, o bulanınca daha çok üzülüyorum.
Çoğunlukla ağlıyorum.
Ne çok ağlıyorum.
Ne çok.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Kaza Kurşunu


Daha çok yazmalıyım biliyorum.
Ne zaman yazmayı bıraksam kafama bi' haller oluyor. Ben sanıyordum ki dışında oluyor, meğer içinde de oluyormuş.

Mesela kırgınlıklarımı yazmalıyım, hayal kırıklıklarımı...
Ufak tefek.
Büyük kötülükler yapan kötü insanları değil de bencillik yapan ya da düşüncesizlik eden sevdiklerimi.
İnsanlar dönüp dolaşıp yaralıyorlar, niyete bakıyorsun, kötü niyetli değilse yapacak bir şeyin olmuyor. "O da onun hayatı" diyorsun, "bu onun seçimi" diyorsun, genelde saygı duyuyorsun. Sınırlarını bilmek böyle bir şey sanırım.
Ama bazen bi' özenilmemiş söz, bi' düşüncesiz tavır sessizce sınırın ötesine geçiyor. Söyleyecek sözün olmadığında, dışa vuramadığında geliyor içine yerleşiyor.
Bunlar ufak tefek dediğimiz kırgınlıklar işte.
Beni bazen hayattan soğutuyor.
Adeta bir kaza kurşunu. Kaza; ama kanatıyor.

Her bayram yeni bir şey keşfediyorum. Bayramlar bende bi' tek bu işe yarıyor.
Ah yalan olmasın, bi' de ütülerim bitiyor.

"korkma benden, gidiyorum
sen uyurken, ölüyorum"

http://umutperisi.blogspot.com/2013/10/kaybolsun-dert-degil.html

15 Ekim 2013 Salı

bir ömür...


Hani böyle uyanırsın, yanında sımsıcak bir uykunun sesi.
Uyanışa direnen homurdanmalar, ufalmış, şişmiş gözler, o çirkin surat.
İçinden seversin, "hiçbir yüz güzel değil senin yüzünden"dir.
Senin olmuş o koku, huzurlu.

Sonra bir sabah uyanırsın. "Ömrümce bakayım" dediğin o yüz, yoktur.
Yanında, içinde, düşünde, geleceğinde.

Yazık etmek bu olsa gerek.


6 Haziran 2013 Perşembe

#direnankara


Bununla ilgili sonra uzun uzun yazmak lazım; ama şimdilik sadece

#direnankara
#direngeziparkı
#heryertaksimheryerdireniş

22 Mayıs 2013 Çarşamba

işte bunlar hep mektup


En son ne zaman yazdığıma bakmadım bile; ama o kadar çok kelime birikti ki içimde, çok uzun zaman olduğuna eminim.
Neresinden tutsam elimde kalan hayatımın hangi çalkantısı kelimelerle hissedilebilir olur bilmiyorum. Eskisi gibi yazamadığımı biliyorum. Yeni doğmuş tay gibi titriyor cümleler yazdıkça. Hep bi acemilik, hep bi kelime sonrasının tereddüt yüklü hali. Okunsa dert, okunmasa dert dertler...
Biliyorum. Günlüklerimi ihmal ettiğim için oldu her şey. Şiiri ihmal ettim. Kalemi ihmal ettim.
Gönderemediğim mektupları kağıtlara değil, aklıma yazdım durdum.

En çok mektuplarımı ihmal ettim.

Kalemi kağıdı hazırlayıp yazamadığım sarı-lacivert mektupla başladı her şey. Yeni sözlerin hepsi tükenmişti. Eski sözler can yakmaktan öteye gitmiyordu, sevgi her zamanki gibi hiçbir şeye yetmiyordu.
Sevdiğim renklerin buluşturup mihmandarlık yaptığı koca bir cümle tomarını böyle kaldırıp koydum köşeye.
İçime içime sustum.
İçime içime üzüldüm.

Sonra akıbetini merak ettiğim mor mektupla devam ettik. Yazarken '1' dediğim, '2'nin olup olmayacağından hiç emin olamadığım o mor mektup. Bir resmin köşesine sıkıştırılmış, kimbilir hangi gün "o" sebeple yeniden okunmadan çöpe atılmış o mektup.
Okuyacak insanlara mektup yazmak lazım. Mektubun değerini bilen insanlara.
Okuyan "eh yine ne yazmış" diye alıyorsa mektubu eline, yazılan o duygular, o düşünceler baştan kaybediyor zaten.
Arada yanlış yapıyorum. Nadiren yapıyorum; ama yapıyorum. Bazen kalabalıkta çarpıp geçmem gereken insanlara durup yol veriyorum, "siz buyurun lütfen" diye gülümsüyorum. Sonra laf lafı açıyor, zaman kaybediyorum. Acıdığımla kalıyorum.
İçime içime susuyorum.
İçime içime üzülüyorum.

Yine de en çok yazıp göndermediğim mektuplar yakıyor canımı.
Tahmin ediyorum; o da bekliyor, o da okumak istiyor, o da merak ediyor.
Ama yazamıyorum.
Hep mavilerle, yeşillerle, sarılarla süslediğim o renkli zarfların hiçbirini gönderemiyorum.
"Kırmızı fazla dikkat çeker, siyah yanlış anlaşılır, pembe çok çocuksu kalır, mor çok karakteristik" diye diye doğanın renkleriyle süslediğim mavili yeşilli mektuplar.
O ne kadar uzaksa hücresinde renkten, ben o kadar uzak kalıyorum renkli cümlelerden.
Yeni bir kitap hakkında yorumlarını bekleyemiyorum.
Hayran hayran dinleyemiyorum anlattıklarını.
Mesela şiir yazdığını söylemişti gençken. O zaman hastanedeydi, şiirden biraz bahsetmişti, sonra devam etmemişti. O şiiri tamamlayacak vaktimiz olacak mı hiç bilmiyorum.
Müebbete mahkum bir bekleyişin sonunu göremiyorum.

Sonra kızıyorum kendime işte.
Nasıl izin verdim beni böyle incitmelerine, böyle üzmelerine.
Gönderemediğim mektuplar yazarken, nasıl izin verdim sevgi sözcüklerimin bu denli değersizleştirilmesine?

Babanın şefkati hiç olmadı, zaten uzakta.
Bazı babaların şefkati demir parmaklık ardında.
Geri kalan şefkatler hep uydurma.

Yine kaldım dostlarıma
Yine kaldım dostlarıma.