24 Ekim 2010 Pazar

Sadaka gibi sevmeler...

Acıların içine heyecan yerleştirdim. Korkularımı derine, daha derine ittim.
Hayatı kovalamaya başladım.

İşte son haftaların yoğunluğunun özeti bu...

Büyük Britanya hazırlıkları, okuma koşuşturmaları, yolculuk, dönüşte aynı okuma koşuşturmaları ve planlar planlar planlar...

Hiçbir şeyden eksik kalmak istemiyorum, herkesle görüşmek, her yere gitmek, her şeyi okumak, her şeyi dinlemek istiyorum.
Vakit yetmiyor yine.

Yine de kendimi yalnız hissetmeye vakit ayırabiliyorum ama.
Sarıp sarmalanıp da sevilmediğimde, ilgi görüp aranıp sorulmadığımda hissediyorum. Bunlar sıradan aslında, herkes öyle hissedebilir.
Dün yeni bir şey daha keşfettim; anlattıklarım hatırlanmadığında (tabii ki her şey değil, önemli şeyler), ufak (ama bence önemli ayrıntılar) tekrar sorulduğunda da yalnız hissediyorum kendimi.
Derdim sorulmadığında mesela, "eee?" denmediğinde merakla.
Sanki oradaki varlığım önemsizmiş, ben önemsizmişim gibi...

Öyle öyle ayırdına varıyorum, benim yanımda hep olamayacakları. Öyle öyle öğreniyorum koşulsuz şartsız kimlere sırtımı dayayacağımı...
Öyle öyle öğreniyorum yalnızlığı...
İnsan sevdiklerinin yanında yalnız hissediyorsa kendisini bir sorun vardır kişilerde ya da ilişkide.

Sevgi gösterip görmekte ne var, köpek bile başını okşadığında sevgiyle karşılık veriyor.
Önemli olan bir sevgi eylemini ilk başlatan olabilmek bazen. Hep karşılık veren değil, başlatan olabilmek...
Başlattığım sevgi eylemlerinin karşılık olduğunu hissetmek yalnız hissettiriyor. Sadaka gibi sevmeleri sevmiyorum. Sevilme hissinin önüne geçiyor o huzursuzluk.
Sevmek içten gelen bir şey belki; ama onu gösterebilmek de yetenek işi sanırım.
Yeteneksiz insanlar yalnız hissettiriyor...

Ben bunları yazarken sevdiğim bir kadın, sevdiği birine şunları yazıyor:
"Sevip de söyleyemediğin şarkılar var ama bu başka şarkılar söylemene engel değil."

Sevip de söyleyemediğim şarkılar var ve ben yeni melodiler mırıldansam iyi olacak...

4 Ekim 2010 Pazartesi

öyle sarhoş olsam ki...

Yogasız, hipnozsuz, içkisiz, alkolsüz sarhoş olabilirim ben. Bırakırım zihnimi, hooop olurum. İstersem sonra tekrar bilinç hali.
Belki ondan içki masası bana keyfi hatırlatır, sohbeti hatırlatır da, içkiyi hatırlatmaz.

Bugün hayatımda ilk defa sarhoş olsam dediğim halde, olamadım.
Denedim, olmadı.
Denedim, olmadı.
Denedim, olmadı.

Zihnimden her şeyi boşalttım. İstersem çok da rahat yapabiliyorum; ama içimdeki korkuyla olmadı.
Her fikri boşalttım; ama şu hissi atamadım...

3 Ekim 2010 Pazar

Ağlarsan, düşerim!

Ne zaman yapmam gereken işler birikse ve vaktim az olsa, içimi yazılacak şeyler basar. Terliğiyle suların altında kalan bodrum kat ev sakini gibi, çamuru mu temizlesem, ağlasam mı bilemem. Ağlaya ağlaya temizlerim.

Her şeyin üst üste geldiğine inanmıyorum aslında. Her şey normal normal geliyor. Yalnız bir an geliyor ki, sen üzerine üzerine gelen hayatla başa çıkamayacağını düşünmeye başlıyorsun, işte o an "her şey üst üste geliyor" dediğin an.

Bu ara acı-tatlı yoğunluktan ne yapacağını bilemez haldeyim.
İçimde en çok iki his ağır basıyor; çaresizlik ve şefkat...
Çaresizlik elimi kolumu bağlayıp, yüzümü yere düşürüyor. Gözlerim gereksiz anlarda, korkulardan doluyor. Kendimi telkine uğraşırken yokluğumu düşünüyorum.
Uzakta bir baba, sınırlı ilişkide dayı, kardeş sınıfından askerdeki teyze oğlu ve yakın arkadaşlar.
Hayatımdaki erkeklerin listesi kabarık aslında; ama omzuna yaslanıp sığındığım adamın yüzü yok hayalimde. O şefkatin bir karşılığı yok dünyamda.
Çok insanî belki; ama zaten zayıf olduğum anlarda bu hissin beni aşağı doğru çekmesinden nefret ediyorum. Daha da güçsüzleşiyorum sanki. Sanki'si yok aslında, düpedüz tüketiyorum gücümü.
Ve oyalıyorum içimdeki zayıfı, "şimdi işim var, sonra düşersin".