28 Aralık 2009 Pazartesi

Benim olmalısın Paolo :)



Her sebeple kitap aldım ben, hep alırım. Hiçbir şeyin korsanı konusunda bu kadar hassas değilim, gider Dost'tan İmge'den alırım, acımam verdiğim paraya. Eskiden Bilim&Sanat Kitabevi vardı, oradan da alırdım, dayanamadı o piyasanın durumuna, kafe yaptılar, neyse...

Mesela bazen ismine aşık olurum kitabın ("İnci Gibi Dişler"i öyle almıştım), bazen kapağına (Kemal Özer'in bi şiir kitabını da böyle almıştım)... Bazen elime geçen kitabın sadece arkasını okur alırım, bazen Dost'ta bitiririm neredeyse kitabı... Hiç ayırmam yerli yabancı diye... Konuyu da ayırmam (kişisel gelişim kitaplarını sevmiyorum, mecbur kalmazsam okumam).

Hayatımda hiç yapmadığım bir şeyi yaptım: "yazarı ne kadar hoşmuş" diye kitap aldım :))
Kitap ekini okuyordum, sanırım Cumhuriyet'inkini. Allahım o ne güzel bir şey öyle, zaten adamın İtalyan olmasından belli :) Adam dediysem arkadaş genç daha: 82li...

Allahım neden bizim böyle hoş yazarlarımız yok (Kürşat Başar'ı saymıyorum), sonra yakışıklı diye Tuna Kiremitçi'yi sunuyorlar bize. Gerçi bizde hoş adam yazar olmaz, bırak yazarı dahi anlamındaki "-de"yi bile ayıramaz.

Ooof ooof yaaa!



(Kitabı okumaya bile başlamadım daha, elimde çok kitap var, bitirince onunla ilgili de bir yorum yazarım)

11 Aralık 2009 Cuma

Hastalığımda ilgilenmeyen, sağlığımda çok çeker benden!



Her şey salı günü oldu...
Pazartesi akşam biraz üşümüştüm; ama insan kendine iyi bakarsa hasta falan olmuyor bence, direnmek lazım.

Gittim salı günü 20lik dişlerimin iki tanesini aldırdım. Bir tanesi normal çekim, diğeri yarı gömülüymüş, ameliyatla aldılar. O sırada her şey normaldi. Çenem uyuşuktu, doğal olarak bir şey hissetmiyordum. Ağzımı kapatamadığımı da çok geç fark ettim, o soğukta boğazıma boğazıma esti rüzgar.
Akşam hem ağrı hem de boğazımda acı başladı. Burnum da akıyordu tabii. Ama neyse ki uyuşukluk geçmişti, burnumun aktığını hissettiğime şükrettim. Tabii şöyle güzelinden kırmızı et, sulusundan meyve yiyemeyince sonuç hastalık oldu.
Yanağımdaki şiş de, morluk da çok önemli değil; ama öküsürürken dikişlerim acıyor :(

Gelelim olayın sinir durumuna:
3 gündür evdeyim. Annem 3 gündür evde yok! Kadın hiçbir kursunu asmadığı gibi önceden plan yapmıştık diye gezmeye gidiyor. Hasta olduğunda annen ilgilenmeyecekse, iki nazını çekmeyecekse ne anlamı var aileyle yaşıyor olmanın. (Sabahın 9'unda sokağa çıkmaz ki insan, ben "bedava kahvaltı var" deseler kalkıp çıkmam o saatte...)

Dün akşam sofrada patatesleri ağzımın bi tarafını kullanarak çiğnemeye çalışırken şöyle dedi: "aaa keşke çorba yapsaydım sana".
Keşke anne, keşke...

Teyzem karşı komşumuz bizim, sabah yataktan kalkamamışım daha, bana sesleniyor "ben teyzene çay içmeye geçiyorum" diye, "eee anne çay demleseydin" dedim, "çıkacağım birazdan işim var, bi çay içeceğim" diyerek gitti.
Hadi kahvaltı hazırlamadın, insan bi çay koyar di mi ocağa!
Yok kardeşim bu annelik içgüdü falan değil, insan bu role uyduruyor kendini. Anaçlık da bir kişilik özelliği, herkeste olacak diye bir kural yok!

Demledim çayımı içiyorum, kahvaltımı yaptım, ilaçlarımı da içtim. Akşama kadar iyileşip Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserine gideceğim. Çok hırs yaptım!

Sonradan aklıma gelen ayrıntı: Şube müdürümü aradım sabah, "ben gelemeyeceğim" demek için, sesimi duydu, ben daha bir şey demeden, "iyileşmediysen gelme" dedi doğrudan. "Ben de onu diyecektim" dedim. "Bir şey lazım mı, hastaneye falan gitmen gerekiyor mu, araç göndereyim mi?" dedi. "Dinlensem yeter herhalde" dedim.
Ne garip la bu hayat!!!

3 Aralık 2009 Perşembe

Kontrbas


"Merak edeniniz var mı bilmiyorum" diye başlamıştım bunu yazmaya unusual sordu :)
Merak eden ve etmeyen herkes için yazıyorum; içimde çalan kontrbaslar sustu... İçimin titrediği o anlardan oldukça uzağım. Bir aşkın yamacına kadar gelip, tırmanıştan vazgeçmek, benim için çok alışıldık değil aslında. Dağ kolay bulunmuyor bu devirde. Gelgelelim zirveyi bulamayacağım tırmanışa da kolay kolay girişmem.



Demem o ki; bu devirde aşık olmak zor. Şiirler var, şarkılar var, hatta "romantik-komedi"li filmler var. Ama "Ankara'da aşık olmak zor iki gözüm"...


Kendimi korumaya aldığım o kararı hatırlıyorum. Tamamlayamadığım bir tırmanışın düşüşündeydi (nitekim bu tırmanışın inişi yoktur, yalnızca düşüşü vardır).
O gün bugün içimdeki orkestra zaman zaman sakin sessiz melodiler tutturdu. Ta ki o "kelebek avcısı"yla vakit geçirmeye başlayana kadar. Orkestra yeni bir senfoni çalmaya koyuldu ve ne zaman kontrbaslar girdi o akışın içine, yamacın ucunda buldum kendimi...

Görünce içim titredi, yüzüm aydınlandı. Sohbetinin tadı damağımda kaldı. Hep güzel davrandı hep güzel konuştu...

Ama içimdeki kontrbaslar sustu işte! Daha dinletemeden, sustu, bitti...
İçimde havalanıp da yüzümü güldüren kelebekler öldü...
Bitti, başlamadan daha...

"Bazen hiç başlamaması bir gün bitmesinden iyidir; çünkü bir beraberlik yaşlanırken, bir terk ediş gençleşir..."

* * * * * *

Bir ovadayım şimdi...
Ankara Ovası gibi...
Kendimi ait hissettiğim, huzurunu bildiğim, tanıdık bulduğum bir ova. Aslında yepyeni; ama güzel bir tadı var dilimde içimde büyüttüğü meyvelerin...

Bir aşkın heyecanından dinginliğim uğruna vazgeçtim. Kontrbasçıları ben susturdum...
Şimdi yeni bir müzik zamanı!