17 Eylül 2008 Çarşamba

Dümdüz; edebiyatı az, göndermesi çok, öylesine, resimsiz!

Hadi otur düşün şimdi kim daha çok seviyor diye. Gerçi böyle şeyleri düşünmek pek işine gelmez senin... Ne de olsa gören insansın, apaçık hakikati… Sonra onun sızısını çekensin.
Oturup kendi kendine dertlenensin. Sen zaten en çok kendi kendine kalansın. İçinde tam bir güven olmadan sevensin. Sevensin belki evet; ama güven(e)meyensin. Bir gün biteceğini kendi kendine defalarca tekrar edensin. Bu yüzden nicelerini, bitmeden bitirensin. Yalnızsın, herkes gibi; ama herkesten çok…

Bir de dökebilsen gözlerinden zamansız, ne de rahatlardın değil mi?

Hadi otur düşün şimdi, uzağındayım nasılsa. Nasıl uzağımda olmak? Daha az boğucu değil mi? Sorgulayan sorular yok, gözlerini bana değil de içine çevir diye baskı yapan yok, seven yok en çok. Koşulsuz ve kayıtsızca… Ah, bir de umarsızca. En çok da buna takıldık zaten değil mi? Gizli kapaklı sevmelerin zararı yok nasılsa! Ne zaman değişir bakışı “onlar”ın, sevmek sorun olur günümüze… Keşke umurundalık katsayısı eşitlenebilseydi tanışıkların arasında…

Hadi otur düşün şimdi, sevgim yok…

Sevmediğimden değil yine. Böyle garip olur bende etkisi sevmenin. Öyle bencil, çıkarcı duruşu olmaz. Ha diyeceksin ki “sen demedin mi, ‘çok insancıl bunlar’ diye!” Evet, dedim. Anlamak; inanmak ve uygulamak değil ki her zaman. Anlıyor ve hatta anlayışla karşılıyorum; ama benim sevgim romansı olur biraz, şiirsel olur. Şövalyeler olur, karşısında yel değirmenleri olan. Sonra baldıran zehri olur biraz. Nuh der, peygamber demez. Ne Leyla’yı, ne Mecnun’u horlamaz… Kardeş kardeşe düşmez… Gider; ama bitmez. Bak, bunu da rahatça söylüyorum. İçini rahatlatmaktan dahi çekinmiyorum.

Hadi otur şimdi, var sende bu yetenek biliyoruz. Gitmek, her zaman bitirmek değildir. Her bitmeyen de, aşk değildir. Ah aşk olsaydı keşke, sökseydi çivi çiviyi de rahatlasaydık hepimiz. Ama öyle değil işte. Biliyorsun sen de, görebilecek kadar yakın olmak, yakın olmak demek değil… Gözlerim yok sende, gülüşüm yok, hadi düşün. Daha rahat mı, düşün…

Hadi otur, düşün ve itiraf et, biliyoruz, daha rahat. Peki, bu kendini güvende hissettiriyor mu? İçin rahat mı benim söyleyemediklerimi, aklına geldikçe derinlere itmeye çalışırken… Aldım bohçamı, kovuldum yine bir köyden yenisine gidiyorum. Alışığım bu gitmelere, ödemeye hazırım buysa bedeli Davutluğun…
İçin rahat mı yaptığın haksızlığı düşünürken. Aaa, ama önce otur düşün, içimde neyi tükettiğini… Beni nasıl bir boşluğa ittiğini… Anlattıklarımı düşün, el yazımı düşün.
Hak ettim mi bunu, düşün…

Şimdi yalnız değilsin, biliyoruz ikimiz de. Bu geçici varlıkların içindeyken düşün, yanında olan her zaman içinde olan mıdır, düşün…
Sen daha iyi bilirsin; sana dair iki cümleyi fazladan kurabilmek için halini hatrını soranları. Düşün, “benim” diyebilmek için “senin” olanları…
Bilinci ve altını düşün…
Yüzüne gülenleri düşün, sonra dönüp gidenleri ve yeniden başkasına gülenleri. O gülüşün karşılığını bulana dek, durmadan gülenleri düşün. Sonra yine dönüp sana gelenleri. Düşün, aslında sana olmayan bir gülüşün anlamını… Ki bu bir şey demek değil; tutkuyla sadece sana da gülebilir birisi. İkisi de birbirinden daha fazla anlamsız değil.

Tam şu anda düşün, ben bunları yazarken ve sen bundan habersizken düşün… Eğ kafanı önüne bilinç-altını düşün… Benimkini ya da seninkini değil. En yakınındakileri düşün, beni neden ittin (nasıl da yanılarak ve kaçarak) ve değdi mi şimdi aynını yeniden ve yeniden yaşayacaksan, yine de yapar mıydın düşün. Yaşadığının farkında mısın? Yoksa benden sonra görmezden gelmelere mi başladın? Gözlerine bakan gözleri düşün, sesini düşleyenleri…
Şarkıları düşün en çok, dile dolanan şarkıları….
Sonra ne günahım vardı, onu düşün…
Neden düşüyor etrafındakiler bu tuzağa, otur da kendini düşün. Bir kere, sütten çıkmış ak kaşık olma da düşün, kim verdi sana bu hakkı? Bu nasıl bir pişkinliktir ki, sen hep masumdun ve insanlar hain…
Ve lütfen, bir kez olsun beni düşün; düşmediğim tuzağın cezasını neden çektim bunca zaman?..

Ne suçu var güneşin, daha fazlasını ya da daha azını vermiyor ki sana yıllardır! Atmosferle oynayan sensin! Bu çılgınca ısıttığın küreyi düşün, dönüp yine seni yakacak, bırak masumiyeti, işte tam şimdi kafanı kaldır, bak ve düşün… Yanındakini (yanında olmak şu an için de geçerli olabilir malum, zamanda herhangi bir anda da) düşün ve sana ilk sarıldığım zamanı… Saf, amaçsız ve çıkarsız olan hangisi, onu düşün. Tutkudan bile arınmış olan hangisiydi…

Hadi otur düşün, ilk açılışlarını muhabbetlerimizin ve senin söyleyip “unuttukların” silsilesine eklenenleri düşün. O zaman gördüğün hakikati, şimdi nasıl da görmezden geldiğini düşün… Bu gece sana, o geceyi hatırlatacak. Bunu yazdığımı bilmesen de. Hangisi vicdanını rahatsız ediyor, düşün.

Düşün, işte tüm bunlar senin düşün….

“derdi ki; "yarın bitermiş her şey".. ve bitti.”*



*vega- iz bırakanlar

12 Eylül 2008 Cuma

İçimi Işıtanı Yok!

“Her şeyi bırakalım.
Şöyle basit bir ev… Ocaklı bir oda...
Çekip gidelim ormanlara...
Hele ben bir iyi olayım da!!!”

Olamadık ki…

Bir orman düşleyerek yaşadım hep! Bir ağaçtan beklenebilecek de bundan ibaretti zaten. Ondan yetmedi belki korular, ağaçlıklar, parklar, bahçeler…
Ondan acımadı belki canım daha fazla, gün geçtikçe kırılan dallarıma rağmen.

“bir gün ölürüm ben
belki yığılıp kalırım bir dostun kollarında
güz vurgunu bir çınar gibi dökülüp kalırım
her yaprağım kendi rüzgârından sorumlu tutulur
ta ki uzak bir kışlada toplanma borusu çalınır
tüfeğini yitirmiş bir asker suçluluğuyla giderim
derin, sessiz, ışıklı bir göl gibi
kendi kıyametimi beklerim.” (1)


Vazgeçmek yetmedi yaşamaya… Öyle de olsa acıdık, böyle de olsa. “Acımayı bilenlere” demişti eskiden sevdiğim bir ses, sevdiği bir şarkıyı gönderirken. Hiçbir şarkı anlatamadı yeterince bu iç sıkıntısını… Şiirlerden, şarkılardan yazmak dindiremedi sancısını…

“ladese girelim bir sokak kelebeğinin bacaklarıyla, hadi
kim unutursa ilk, son o ölsün
ki hayat kendini uzatarak veriyor cezasını” (2)

Tahammülün sınırları zorlandı artık, açıldı o kapı vaktinden önce. Daha çabuk kırılır, daha çabuk öfkelenir oldu çocuksu sevmelerim. Dürüstlük, apaçık olmak dert oldu; “tu” oldu, “kaka” oldu. Sonra herkes her şeyi yorar oldu, “herkes ne der” oldu. “Gamsız” oldu, “Aman dikkat” oldu. Sonunda olan oldu. En çok beni yorar oldu, kopkoyu bir yalnızlık oldu.
Bir bataklık bu şimdi, dibe çekilirken, sessizce ve sabırsızca sonunu beklediğim…
Cezasıysa bu gülmelerimin; hiç sorun değil, kabullenebilirim…

Yağmurun yağdığını, havanın karardığını görmek bile bir lütufmuş meğer… Mevsim kışa bile dönse, bir lütuf…
Sabah gözümü açtığımda gördüğüm karanlık… Akşam ayın kendince ışıtmaya çalıştığı gökyüzüm…
Yapay ışıklarla yaratılabilen gölgelerden ibaretmiş.

Güneşin batışını görmek bir lütufmuş meğer.

“sevgisinin üstünü alma şansı olsaydı insanın,
epey karlı çıkardım herhalde bu işten.
yıllar sonra toplu da alabilirdim artanları,
maaşa da bağlatabilirdim kendimi hepten…” (3)

Bu yokluğu affetmeyeceğim!
İçimi yakana mutluluk, di-le-me-ye-ce-ğim…




(1) Salih BOLAT
(2) Elif NURAY
(3) Zeynep ALTUNTAŞ

2 Eylül 2008 Salı

_light of the world_

Bir "özleme krizi"ne daha dayandım bu gece...

İçime dokundu masum sözlerin, zehirli olanlarını hatırlamaya çalıştım. Yüzünü çektim gözümün önünden, gülüşünü görmedim.
Şarkılar seçtim kendime, gemileri yakan cinsten. Çağrışımların serbestlik hakkına kısa süreliğine ara verdim. "Geçecek" dedim...
Geçer değil mi?




(İçeride de yok o kapının tokmağı, biliyorum...)